IBazı zamanlar, uyumanın, ölümün bir provası olduğuna dair düşünceler tarafından rahatsız edilir ve gözlerimi koyu bir siyaha boyayacak perdeyi çekmemin ardından başlayacak yolculuğum öncesi, zihnimde kurduğum samimi cümleler aracılığıyla çevremdeki nesneler ile vedalaşırım. Geride bıraktığım her anı derin bir hüzün duygusuyla kucaklamak ve yeni anılar edinmek isteyip istemediğime dair kendim ile devamlı bir çelişki hâlinde olmak gibi içsel meseleler, belki de sanki ihtiyacım olan bir giysiymiş gibi varlığına alıştığım karamsarlığımın sürekliliği yüzünden yaşamımda mantığa söz hakkı vermiyorlardır.
Kırılgan ruhumdaki boşluklardan beslenmekte olan yaşamanın o kışkırtıcı hüznünün, fiziksel olan tüm acılardan çok daha güçlü olduğunu farkettiğimden beridir dini konular üzerine artık daha az kafa yoruyorum. Çünkü hayatın düzeni, Tanrı düşüncesi olmadan da yeteri kadar karmaşık bir düzensizlik bütününü teşkil ediyor.
Sahip olduğumuz kimlik ve duygular, saniyeler ile ifade edilebilecek süreler içerisinde, aslında ne kadar da güvenilmez ve tutarsız olduklarını kanıtlayabiliyorlar. İşte bu yüzden, beyaz, tüm renkler arasındaki en mutsuz renk... Temiz kalabilmek için sonu gelmeyen cezalar ve baskılar ile mücadele eden, benliğini yaratmaktan korkan ve siyah ile en bariz farkı olan isyan etme hakkına sahip ol(a)mayan bir renk...
II
Takvimler Kasım ayını göstermekte. Az uyumaktan değil, hiç uyuyamamaktan şikayetçi olduğum günler, karanlıktan dolayı bittiği yeri göremeyeceğiniz bir kuyuyu andıran gecelerden, kimi zaman kar tanelerinin havada gövde gösterisi yaptığı gri fakat aydınlık sabahlara dönüşüyor. Hızlı adımlar ile insanları geride bırakırken, tek başıma yürüdüğüm o anlardaki yalnızlığımın, aynı yatakta sevişen bir çiftin yalnızlığından pek büyük bir farkı olmadığı aklıma geliyor. Çevreme belli etmeme çabaları içerisinde, yüzüme yorgun bir gülümseme yayılıyor. Gözlerim, henüz yeni yeni açılmakta olan kafelerin ışıklandırmalarına çarpıyor. Nereden geldiğinden emin olamadığım güzel bir müziğin tınıları, tüm caddeyi sarmış. “Yaşam her zaman çok güzel,” diye mırıldanıyorum. Çok geçmeden iç sesimden cevap geliyor: “Keşke yaşamak da öyle olsaydı.”
Okulda geçirmem gereken süreyi doldurmanın ardından, olabildiğince hızlı hareketler ile çantamı topluyor ve binadan ayrılmak üzere kapıya yöneliyorum. Kulağıma çevremdeki bağımsız gölgelerden iyi niyetli ancak geleceğin belirsizliğine zincirlenmiş bazı dilekler ulaşıyor: “Kendine iyi bak”, “yarın görüşmek üzere”... Kısa fakat kibar cevaplar vererek hem iç huzursuzluğumu denetimim altında tutuyor, hem de tercih etsem de etmesem de gereksinim duyduğum ilişkilerimi yitirmemiş oluyorum.
Mekan değişiyor, oldukça işlek bir caddeye bakmakta olan sevimli odamdayım. Gündüz, hiç şaşmayan dünya düzeninin bir parçası olarak, geceye bir kez daha yenildi. İçeriye adımımı attığımda yaptığım ilk eylem, kıpkırmızı gözler ile bir süre ayna karşısında dikilmek oldu. Yorgunluk kelimesini kullanmayı hiçbir zaman sevmedim fakat bir süreliğine uzanıp, dinlenmeyi ve belki de uyumayı denemek sanırım benim için iyi olacak.
III
Gördüğüm her bir nesnenin beyaz renginde olduğu, oldukça küçük bir oda burası. Çeşit çeşit nakış örnekleri ile süslü perdelerden içeriye çok güçlü bir ışık nüfuz ediyor. Gözlerim önce büyük ve yeni dolaplara, ardından terkedilmiş havası taşımakta olan masalara ulaşıyor. Birkaç adım uzaklığımdaki yatak, sanki geleceğim önceden biliniyormuş gibi temiz ve düzenli bir şekilde duruyor. Bir anlık kararsızlıktan sonra ağır adımlar ile yaklaşıyor ve yavaşça uzanıyorum. Bir çift siyah göz, tedirginliğin, yerini huzura bıraktığı güzel duygular ile tavana bakıyor, bundan keyif alıyor.
Bir süre sonra, yakınımdan gelen bir nefes sıcaklığı, o sırada hâlâ tavanı izlemekte olan gözlerimin dikkatini dağıtıyor. Ağır bir tepki ile başımı, hislerimin beni yönlendirdiği tarafa çeviriyorum.
Bir kadın.
Düz, uzun ve siyah saçları, omuzlarına, daha önce eşi benzerine rastlamadığım bir incelikte düşmüş. O an dokunmuyor olsam da, yumuşaklığını parmaklarımda hissedebiliyor yahut sevdiğim kadının bir parçası olduklarının bilinciyle mutlu olabiliyorum. Çoğu zaman gülen ve yaşam umudu saçan küçük gözleri, bana bugün kederli bakıyor. Sanki her zaman sahip olduğu yıldız ışığını artık kaybetmiş ve hasta ruhunda bunun acısını çekiyormuş gibi. Dışarıdan gelen parlak beyaz ışığın da etkisiyle yüzündeki diğer tüm ayrıntılar, bir gece vakti denize vuran ay ışığının resmettiği zarifliği anımsatıyor bana. Tüm sorumluluklarımın o denizi seyretmek, dinlemek ve sevmekten ibaret olmasını ne de çok isterdim.
Bir süre sükunetli bir hiçliğin içinde kelimelere gerek duymadan yan yana uzanıyoruz. Birden bana sarılmak amacıyla hamlede bulunmak üzereyken, giymiş olduğu beyaz elbisesi dikkatimi çekiyor. Bir daha sonsuza kadar göremeyeceğim, esmer tenine çok yakışan o hüzünlü elbise. Sımsıkı sarıldığı esnada ağlamaya ve kısa sürede hıçkırıklara boğulmaya başlıyor. Belki de teselli etmenin, gülümsetmenin tam sırası. Fakat bunun için elimi kalbime götürdüğümde, sevgiye duyduğum inancı bir süre önce kaybetmiş olduğumu hatırlıyorum. Elimi kanatmasının ardından benden kurtulup gökyüzüne doğru özgürce uçuşunu ve bulutlar arasındaki sonsuza dek sürecek olan kayboluşunu seyrettiğimi... Aşk, bu dünyayı sadece bir süreliğine yaşanılabilir kılıyor. Daha kutsal görüldüğü bir gezegen umarım vardır.
Bir an için bile taviz vermeyen kusursuz bir tepkisizlik içinde gözlerimi tavana tekrar dikmişken, içimdeki yanardağ ağızlarından akmakta olan kızgın lavların sıcaklığını vücuduma yayan şu acı cümle kulağıma ulaşıyor:
“Böyle olmasını ben istemedim, gerçekten istemedim!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder