25 Nisan 2016 Pazartesi

Günün Parçası: Cantique Lépreux - Tourments des Limbes Glacials.

İlahi küller.

İman etmek,  boşluğun bilinmezliğinden tedirgin adımlar ile uzaklaşmaya çalışmakta olan çaresiz bir adamın, bir mumdan faydalanmasına benzer. Adam, bir yandan mumun cılız ışığından faydalanarak çevresini tanımaya ve güvenle ilerlemeye çalışırken, diğer taraftan da şekli sürekli değişmekte olan ışık kaynağının sönmemesine dikkat eder. Adamın kaçışında ona eşlik etmekte olan bu kutsal ışık, aydınlattığı sırada karanlıkta bıraktığı yerler olduğundan tam anlamıyla güvenilir bir yol gösterici değildir. Kimi sorular cevapsız, kimi cevaplar ise yetersiz kalır. Tüm bunlara rağmen adam -belki de hiçliğin şeffaf yüzüyle karşılaşmayı ve ona alışmayı tercih etmediğinden- her şeyin tek çözümü olarak gördüğü ışığı yitirmemeye çalışır. Oysa bilir ki, bir mumun zamanı geldiğinde kullanılamaz hale gelmesi gibi inanç da, bir başlangıç ve son evrelerinden oluşan, insanoğlunun kirli zihinlerinde şekillenmekte olan yalnızca bir yanılsamadan ibarettir.

Bu yanılsamadan geriye bazen sadece, bir süreliğine adam için yaşam kaynağı olan kutsal inanç ateşinin, ölü külleri kalır. 

İlahi küller.
İlk bakışta Lord of the Rings serisindeki Nazgûlleri anımsatan bu silüetler grup elemanları oluyor, evet.


“Cendres Célestes” (İlahi Küller), 2014 yılında Kanada'da kurulmuş olan Black metal grubu Cantique Lépreux'nun ilk albümü olma özelliğini de taşıyarak Mart ayında türün severlerine sunuldu. Sene sonu listelerinde kendine yer bulup bulamayacağı tartışılır olsa da, grubun birlikteliğinin ilk ürünü olarak değerlendirdiğimde -standart olmasına rağmen- umut veren bir 36 dakikayı geride bıraktığımı söyleyebilirim. Çünkü son parça “Le Mangeur d'os”yu da dinlediğimde, ortalama bir Black metal albümü için olan beklentilerimin karşılandığını hissettim. Dine karşı alınan sert tavır, sırıtmayan klasik vokaller, albüme ayrı bir atmosfer kazandıran Fransızca ve özellikle “Tourments des Limbes Glacials”da ön plana çıktığını düşündüğüm akılda kalıcı besteler. Intro'nun bana “Amiensus - Become the Fear” adlı parçayı anımsattığını da belirtmeyi unutmayayım. 

“Cendres Célestes”, büyük beklentiler ile dinlemediğiniz takdirde gerçekten hoşunuza gidecek fakat bu durumun, albümün oldukça sıradan bir kapağa sahip olduğu gerçeğini değiştiremediği ve buna rağmen yetenekli olduğunu düşündüğüm bir grubun yaptığı iyi bir siftah.

İyi bir gün geçirmeniz dileğiyle, keyifli dinlemeler. 

Puanım: 7/10.


23 Nisan 2016 Cumartesi

Tümü Bir Rüya ve Her Şey Gerçek.

I
Bazı zamanlar, uyumanın, ölümün bir provası olduğuna dair düşünceler tarafından rahatsız edilir ve gözlerimi koyu bir siyaha boyayacak perdeyi çekmemin ardından başlayacak yolculuğum öncesi, zihnimde kurduğum samimi cümleler aracılığıyla çevremdeki nesneler ile vedalaşırım. Geride bıraktığım her anı derin bir hüzün duygusuyla kucaklamak ve yeni anılar edinmek isteyip istemediğime dair kendim ile devamlı bir çelişki hâlinde olmak gibi içsel meseleler, belki de sanki ihtiyacım olan bir giysiymiş gibi varlığına alıştığım karamsarlığımın sürekliliği yüzünden yaşamımda mantığa söz hakkı vermiyorlardır.

Kırılgan ruhumdaki boşluklardan beslenmekte olan yaşamanın o kışkırtıcı hüznünün, fiziksel olan tüm acılardan çok daha güçlü olduğunu farkettiğimden beridir dini konular üzerine artık daha az kafa yoruyorum. Çünkü hayatın düzeni, Tanrı düşüncesi olmadan da yeteri kadar karmaşık bir düzensizlik bütününü teşkil ediyor. 

Sahip olduğumuz kimlik ve duygular, saniyeler ile ifade edilebilecek süreler içerisinde, aslında ne kadar da güvenilmez ve tutarsız olduklarını kanıtlayabiliyorlar. İşte bu yüzden, beyaz, tüm renkler arasındaki en mutsuz renk... Temiz kalabilmek için sonu gelmeyen cezalar ve baskılar ile mücadele eden, benliğini yaratmaktan korkan ve siyah ile en bariz farkı olan isyan etme hakkına sahip ol(a)mayan bir renk...

II

Takvimler Kasım ayını göstermekte. Az uyumaktan değil, hiç uyuyamamaktan şikayetçi olduğum günler, karanlıktan dolayı bittiği yeri göremeyeceğiniz bir kuyuyu andıran gecelerden, kimi zaman kar tanelerinin havada gövde gösterisi yaptığı gri fakat aydınlık sabahlara dönüşüyor. Hızlı adımlar ile insanları geride bırakırken, tek başıma yürüdüğüm o anlardaki yalnızlığımın, aynı yatakta sevişen bir çiftin yalnızlığından pek büyük bir farkı olmadığı aklıma geliyor. Çevreme belli etmeme çabaları içerisinde, yüzüme yorgun bir gülümseme yayılıyor. Gözlerim, henüz yeni yeni açılmakta olan kafelerin ışıklandırmalarına çarpıyor. Nereden geldiğinden emin olamadığım güzel bir müziğin tınıları, tüm caddeyi sarmış. “Yaşam her zaman çok güzel,” diye mırıldanıyorum. Çok geçmeden iç sesimden cevap geliyor: “Keşke yaşamak da öyle olsaydı.” 

Okulda geçirmem gereken süreyi doldurmanın ardından, olabildiğince hızlı hareketler ile çantamı topluyor ve binadan ayrılmak üzere kapıya yöneliyorum. Kulağıma çevremdeki bağımsız gölgelerden iyi niyetli ancak geleceğin belirsizliğine zincirlenmiş bazı dilekler ulaşıyor: “Kendine iyi bak”, “yarın görüşmek üzere”... Kısa fakat kibar cevaplar vererek hem iç huzursuzluğumu denetimim altında tutuyor, hem de tercih etsem de etmesem de gereksinim duyduğum ilişkilerimi yitirmemiş oluyorum.

Mekan değişiyor, oldukça işlek bir caddeye bakmakta olan sevimli odamdayım. Gündüz, hiç şaşmayan dünya düzeninin bir parçası olarak, geceye bir kez daha yenildi. İçeriye adımımı attığımda yaptığım ilk eylem, kıpkırmızı gözler ile bir süre ayna karşısında dikilmek oldu. Yorgunluk kelimesini kullanmayı hiçbir zaman sevmedim fakat bir süreliğine uzanıp, dinlenmeyi ve belki de uyumayı denemek sanırım benim için iyi olacak.

                                                            III

Gözlerimi kapattığımda kendimi, üzeri gri motifler ile süslü, beyaz ve büyük bir kapının önünde buluyorum. Tedirginliğimden sıyrılmak adına başımı yarım döndürüyor ve varlığımı sürdürmekte olduğum bu yerde daha önce bulunup bulunmadığımı sorgulamaya başlıyorum. Fakat burada devam etmekte olan yaşam o kadar soyut ki, yapabileceğim tek şey kapıyı açmak ve orada beni nelerin beklediğini görmek. Çok geçmeden bu düşüncemi uygulamaya koyuyorum.

Gördüğüm her bir nesnenin beyaz renginde olduğu, oldukça küçük bir oda burası. Çeşit çeşit nakış örnekleri ile süslü perdelerden içeriye çok güçlü bir ışık nüfuz ediyor. Gözlerim önce büyük ve yeni dolaplara, ardından terkedilmiş havası taşımakta olan masalara ulaşıyor. Birkaç adım uzaklığımdaki yatak, sanki geleceğim önceden biliniyormuş gibi temiz ve düzenli bir şekilde duruyor. Bir anlık kararsızlıktan sonra ağır adımlar ile yaklaşıyor ve yavaşça uzanıyorum. Bir çift siyah göz, tedirginliğin, yerini huzura bıraktığı güzel duygular ile tavana bakıyor, bundan keyif alıyor. 

Bir süre sonra, yakınımdan gelen bir nefes sıcaklığı, o sırada hâlâ tavanı izlemekte olan gözlerimin dikkatini dağıtıyor. Ağır bir tepki ile başımı, hislerimin beni yönlendirdiği tarafa çeviriyorum. 

Bir kadın.

Düz, uzun ve siyah saçları, omuzlarına, daha önce eşi benzerine rastlamadığım bir incelikte düşmüş. O an dokunmuyor olsam da, yumuşaklığını parmaklarımda hissedebiliyor yahut sevdiğim kadının bir parçası olduklarının bilinciyle mutlu olabiliyorum. Çoğu zaman gülen ve yaşam umudu saçan küçük gözleri, bana bugün kederli bakıyor. Sanki her zaman sahip olduğu yıldız ışığını artık kaybetmiş ve hasta ruhunda bunun acısını çekiyormuş gibi. Dışarıdan gelen parlak beyaz ışığın da etkisiyle yüzündeki diğer tüm ayrıntılar, bir gece vakti denize vuran ay ışığının resmettiği zarifliği anımsatıyor bana. Tüm sorumluluklarımın o denizi seyretmek, dinlemek ve sevmekten ibaret olmasını ne de çok isterdim. 

Bir süre sükunetli bir hiçliğin içinde kelimelere gerek duymadan yan yana uzanıyoruz. Birden bana sarılmak amacıyla hamlede bulunmak üzereyken, giymiş olduğu beyaz elbisesi dikkatimi çekiyor. Bir daha sonsuza kadar göremeyeceğim, esmer tenine çok yakışan o hüzünlü elbise. Sımsıkı sarıldığı esnada ağlamaya ve kısa sürede hıçkırıklara boğulmaya başlıyor. Belki de teselli etmenin, gülümsetmenin tam sırası. Fakat bunun için elimi kalbime götürdüğümde, sevgiye duyduğum inancı bir süre önce kaybetmiş olduğumu hatırlıyorum. Elimi kanatmasının ardından benden kurtulup gökyüzüne doğru özgürce uçuşunu ve bulutlar arasındaki sonsuza dek sürecek olan kayboluşunu seyrettiğimi... Aşk, bu dünyayı sadece bir süreliğine yaşanılabilir kılıyor. Daha kutsal görüldüğü bir gezegen umarım vardır.

Bir an için bile taviz vermeyen kusursuz bir tepkisizlik içinde gözlerimi tavana tekrar dikmişken, içimdeki yanardağ ağızlarından akmakta olan kızgın lavların sıcaklığını vücuduma yayan şu acı cümle kulağıma ulaşıyor: 

“Böyle olmasını ben istemedim, gerçekten istemedim!” 



3 Nisan 2016 Pazar

Günün parçası: Chthe'ilist - Voidspawn.

Son alacakaranlık.

Gerek aklımı meşgul eden düşüncelere deneme ve kısa öyküler yazarak alışma ihtiyacı hissettiğimden, gerekse ülkemiz ve dünyanın çeşitli bölgelerinde meydana gelen terör olaylarından dolayı bir süreliğine müzik üzerine yazmaya ara vermiştim. Bu iki geçerli nedene bir de yoğun okul programım ve zaman zaman nükseden tembelliğim eklenince dinlediğim müzikleri yaklaşık bir ay boyunca paylaşma fırsatı bulamadım. Bu açığı kapatmayı önceliklerim arasına aldığımı belirtirken, tüm olup bitenlere rağmen akıl sağlığınızın yerinde olduğunu umut ediyor ve haftanın önerisine bir göz atalım istiyorum. 

“Chthe'ilist”, kurucu üye Philippe “Pat” Tougas'ın yan grubu “Spheres”in dağılması sonucu 2010 yılında Kanada'da faaliyete geçmiş olan bir Atmosferik death metal grubu. 1991 doğumlu “Pat”, “Chthe'ilist”in dışında aynı zamanda “Atramentus”, “D.D.T”, “First Fragment”, “Serocs”, “Xexanoth” ve “Zealotry” gruplarında müzikal hayatını devam ettiriyor. Ben sıralarken yoruldum, yorumu size bırakıyorum.

“Chthe'ilist”in davullarında ise tanıdık bir isim becerilerini sergiliyor; “Philippe Boucher”. Şu sıralar Beyond Creation'da inanılmaz işler yapmakta olan “Boucher”, yine Beyond Creation'da vokalist ve gitarist olan Simon Girard'ın aynı zamanda kuzeni. “Chthe'ilist”in bas gitaristi ise “Claude Leduc”. Leduc, müzik kariyerine 2003 yılından beri “Chthe'ilist”te devam ediyor.

Fotoğrafa bakınca aklına ilk Katatonia gelenler fav.

2010 yılında bir araya gelen grup, 1 yıl sonra “Amechth'ntaas'm'rriachth” adındaki demo'sunu tamamlasa da, 2012'de piyasaya sürdü. Telaffuz edilmesi imkansıza yakın şarkı adlarından oluşan demo, death metal kitlesi tarafından büyük beğeni ile karşılandı. Buna rağmen bir süre sessizliğe gömülen grup, 29 Ocak 2016'da, yani yayınladıkları demo'dan 4 yıl sonra “Le dernier crépuscule” (Son Alacakaranlık) isimli ilk albümünü nihayet sundu.

“Le dernier crépuscule”, tahmin edilebileceği üzere karanlık anlamlar içeren ve oldukça uzun şarkı sözlerinden oluşan bir albüm. Hatta cümleler o kadar uzun ve anlamlı bir bütünlük hâlinde ki, kısa öykü olarak bile kabullenilebilirler. Uzun bestelerden oluşan albüm, uğursuz havasını her geçen saniye biraz daha yoğun hissettiriyor. “Death metal'de atmosfer nasıl yaratılır?”ın kitabını yazabilecek gitar ve davul kullanımının yanı sıra intro olarak kullanılan kimi “iğrenç” dış sesler de, albümü gece vakti dinlemenin pek iyi bir fikir olmadığını düşündürüyor. Philippe “Pat” Tougas'ın hiçbir yönden kusur bulamadığım vokalleriyle de yılın en iyi metal albümleri arasında gördüğüm “Chthe'ilist - Le dernier crépuscule”ü, sakın kaçırmayın derim. 

İyi bir gün geçirmeniz dileğiyle, keyifli dinlemeler.